“Kırmızı taşı nereden buldun?”
“Üstüne oturmuşsun, az önce kalkınca gördüm.”
“Güzel taşmış, üretilmiş gibi sanki, istesen bu kadar
güzel sektirmelik taş bulamazsın.”
“Yumurtlamış olabilirsin belki, ben hiç kırmızı taş
görmedim şimdiye kadar.”
Az da olsa gülümsediler ve susmaya devam ettiler. İki
buçuk saattir oturuyorlardı ve uzun aralıklarla susuyor, yeri gelince bir iki
cümle ediyorlardı birbirlerine.
Ilık bir rüzgar esiyordu sahilden, kumsalda oturdukları
için oralarına buralarına kum kaçıyor, uzandıkları zaman saçları kumları
topluyor, sonra kalkarken o saçlarına toplanan kumlar tişörtlerinden içeriye
sızıyodu. Hurda bir polis arabası vardı
hemen yanlarında. Polis arabası olduğunu anımsatan tek şey kayar kapısıydı. İlk
iş o kapıyı çıkarmışlar, barikatlarda kullanmışlardı. Üzerinde bir sürü şey
yazıyordu. Söyleyecek çok şeyleri vardı ondan yazacak yer kalmamıştı. Polis
aracını –hafif ticari ford connect- ateşe verip karşısına geçmişler ve gençlik
kamplarında yanan ateşi izler gibi izlemişler, duygulanmışlardı. Sonra nasıl
olduysa o hurda polis aracı sahile kumsala kadar gelmiş, eksik kalmasın diye
kayar kapısını da yanına bırakmışlardı.
“Bi tuvalet bulucam, çok çişim geldi. Gelirken marketten
falan bir şey istiyor musun?”
“Bir mum, bir de kırmızı şarap alsana. Varsa bi de cips
mips.”
“Standart bir şey mi olsun, yoksa özel istediğin bir üzüm
var mı?”
“Boğazkere, öküzgözü, kalecik karası. Birini al işte,
üzümün ismi türkçe olsun, markasını dert etmiyorum.”
“İyi bi on lira versene, bende pek bişi kalamadı”
On lira uzattı kız oğlana. Oğlan parayı alırken kasıtlı
olarak kızın eline dokundu, işaret parmağına ve orta parmağına değdirdi baş
parmağını. Göz göze geldiler, hemen kaçırdılar birbirlerinden gözlerini.
Yürümeye başladı oğlan bir tuvalet bulmak için kendine,
yürüdükçe daha da artıyordu mesanesindeki basınç, bu basınç onun yürümesini
komikleştiriyordu. Adım attıkça artıyor, tuvalete yaklaştıkça dayanma sınırının
sonuna doğru geliyordu.
Nasıl bir anda
böyle olmuştu, bilse daha önce giderdi, hisseder hissetmez ayaklanmıştı oysa,
doğa onu çağırmış, pipi özgürlüğünü istemiş, o da dinlemişti.
Tuvalet diye plastik kabinlerden birine yaklaştı. Kapıyı
açtı ve karşısında işemekte olan kadını gördü. Göz göze geldiler, utandı kadın
bacaklarını birbirine yapıştırdı. Oğlan hızla ve şaşkınlıkla kapıyı kapattı.
Dışarıdan samimi bir şekilde özürlerini sundu kadına. Kadın ses çıkarmadı.
Bastıyordu onu doğası bacaklar ters bir Y haline bürünmüştü. Nefes aldı.
Etrafına baktı, çayıra çimene işeyebilirim diye düşündü, uygun bir yer ararken
kabinin içinden toparlanma sesleri geldi. Başı hafif önünde kapının önünde
bekledi. Kadın dışarı çıktı, belli belirsiz bir baş hareketi ile selamladı
oğlanı. Oğlan tuvalete kavuşmuş yarı orgazm sayılacak bir şekilde işiyordu. Rahatlanmanın
evrensel seslerini çıkarıyordu. Bitirdi işemesini, toparladı pantalonunu ve
dışarı adımını attı. Rahatlıkla atılmıştı o adım.
Tuvaletteki kadın yerdeydi, şekilsiz bir halde yere
kapaklanmıştı ve hareket etmiyordu. Telaşla eğildi kadının yanına, “iyi
misiniz?” diye tekrarladı defalarca. “hey iyi misiniz?” ne saçma bir soru.
“İyiyim” dese, az önceki işemeden çok çok daha rahatlayacaktı oysa. Nabzını
dinlemeyi denedi ama başaramıyordu. Sanki hem vardı hem de yoktu bu nabız.
Ölmüş müydü? Ama neden ölsün ki, az önce işeyen bir kadın
neden bir sonraki saniye ölür ki? İnsanlar bir anda nasıl olur da ölürler,
ölmek dediğin olayın bir giriş, gelişme ve sonucu olmamalı mı? Hazırlaya
hazırlaya bakın ölüyorum ben diye diye ölünmesi gerekmez mi? Sonuçta hayatımızda
sadece bir sefer yapabileceğimiz bir olay. Gösterişli olmasını kim istemez
ki?
Oğlan kadını bir gayret sırtına aldı ve yürümeye
başladı, kalabalık bir yere götürmekti tek hedefi. Kalabalıkta elbet kendine
gelirdi kadın. Doktor olurdu kalabalıklarda, şifa verirdi kalabalık. Sırtında
kadınla güç bela yürümeye çalışırken oğlan sahile baktı. Hurda olmuş polis
arabasının yanında duruyordu kız. Şarap alacaktı ona, mum bulacaktı bir yerden,
belki öpüşeceklerdi. Kıza seslenmeye çalıştı. Bağırdı, “hey, buradayım heey”.
Oğlanın daha kızın ismini bilmiyor olması çok korkunçtu.
Kızla öpüşmeyi düşünene kadar ismini öğrenmeyi isteseydi
ya bir gram.
“Adın ne?”
“Sence ne?”
“İsimin ilk harfi E olmalı, biliyorum öyle bir havan var.
A harfi yok içinde. A daha tuttuğunu koparan insanların isimlerinde olan bir
harf. İ harfi de olabilir ama İ ile başlıyor olamaz. İ kibar ve çekinik bir
harf. Söylemeye korkar gibi çıkıyor onun tonlaması. İyi gidiyor muyum?”
“Devam et, ilgi ile takip ediyorum.”
“İsminin ilk sesli harfi E ve içinde İ barındırıyor
olmalı. Şimdi olaslı ihtimallere gelelim. Berrin? Sanmam Berrinler talepkar
insanlar olmalı. Selin, Pelin bunlar olabilir aslında ama bu kelimeleri
zikrettiğimde hiç heyecanlanmadın. İlk başta heyecanlıydın oysa, Demekki çok
uzaklara gitmemeli, E harfinin önüne bir şeyler almamalıyım. O halde deniyorum
şansımı. Elif?”
“Efendim”
“Elif mi gerçekten, hissederek buldum mı yani?”
“Kim bilir?”
Nereden bilecekti oğlan bu dialogu kurmadı, kızı etkileyecek
onu heyecanlandıracak hiçbir şey söylemedi. Bir kadına öyle şaşalı aşk
cümleleri kurmaya gerek yok, onun ismini gerçekten güzel bir şekilde zikretsen
yeterli. Gözlerine bakıp ismini söylesen. Ama ne yaptı, sustu öyle, kırmızı
taş dedi. Bravo.
Kadını sırtında taşırken bunları düşünüyor olması normal
olmamalıydı. Öncelikle kadının yaşamasını düşünmeliydi, kadın onun yüzünden
ölmüş olabilirdi. Onu tuvalette basınca, kadın heyecanlanmış, birkaç
saniyeliğine kalbi sıkışmış, aldığı bir zayıflama ilacı yüzünden kalbindeki
sıkışıklık anında geçmemiş olabilirdi. Yani bir kapıyı açıp, birini
öldürebilirdin. Hayat saçma sapan ihtimallerle doluydu.
Oğlan kadını sırtında taşırken etrafına bakıyor ve bir
insan evladı arıyordu. Kaybolmuşlardı sanki hepsi. Markete kadar sırtında taşıdı
kadını oğlan. Sonunda birileri vardı etrafında. “Yardım edin, kadına bir şey
oldu, nabzı atmıyor galiba” şeklinde bir figan attı. Etrafına üşüştü bir anda
insanlar. Oğlan da rahatlamıştı, ölümden daha az korkuyordu artık. Kalabalıklarda
ölüm daha az gelir insanın aklına, herkes yaşıyorsa ölüm rafa kaldırılmış modası
geçmiş bir sözcük oluverir. Ne zaman azalır sayıları kalabalıkların, dünya
genişler. O kadar genişler k,i ufak bir nokta olur insan tek boyutlu bir
nokta. Ölüm boyutsuzdur, matematik söyler bunu. Bir sayıyı sıfırla bölünce
hesap makinesi saçmalar ya, öyledir.
Kalabalığın içinden cengaver gibi bir adam çıktı. Geniş
omuzlu ihtişamlı bıyıklı bir adamdı. Yeniçeri gibi bir tipti. Kadına tokat attı
adam. Kadın gözlerini açmadan küfretti yeniçeri gibi olan adama, sanki bilinç
altının derinliklerinden çıkmıştı o küfür. Kolonya koklattılar. Kendine gelmeye
başladı kadın.
İnceden gözlerini açtı kadın, ona tokat atan adamı gördü.
Oğlan arkalarda kalmış kendini, vazo kırmış bir çocuk gibi saklanıyordu.
“N’oldu bana?”
“Bayılmış olmalısın, en son ne zaman bir şeyler yedin?”
“Hatırlamıyorum, vejeteryanım ben, etsiz bir şeyler
bulmak zor oluyor.”
“Adın ne, hatırlıyor musun?”
“Zerrin ben, senin adın ne tokatçı?”
Çevredeki kalabalık güldü, adam Zerrin’i ayağa
kaldırmıştı. “Köşeyi dönünce yolun sonunda bir çorbacı var götüreyim seni” dedi
adam. Zerrin “peki” dedi. Koluna girdi adam ve uzaklaştılar. Oğlan öyle kaldı
uzun süre. Arkalarından baktı, neyi düşündüğünü bilmeden düşündü. Ne olmuştu
öyle, hayır bir kahraman olmayı beklemiyordu ama bu kadar kolay bitmesine anlam
verememişti. Hızla dağılmıştı çevresindeki kalabalık. Gözü dalmış, çoktan
kaybolup giden adamla Zerrinin arkasındaki karanlığa bakıyordu. Bir anda gözüne
vuran ışık azaldı. Marketin ışıkları sönmüştü, elektrikler gitmiş olmalıydı.
Uykusundan uyanmış gibi sersem bir şekilde markete girdi, mum ve şarap istedi.
“Şarap ne olsun?”
“Farketmez abi 15-20 liralık bişi ver işte yanına cips
falan koysana”
“Tamam koçum.”
“Ne etti?”
“Yirmiiki.”
“Bi de Camel Soft.”
Çıktı oğlan dışarı. Cesur olmalı kızın yanına gitmeli ve
onun gözlerinin içine bakmalıydı. Daha doğru düzgün tanımıyordu bile kızı. Sessiz sakin yapısı olduğunu biliyordu bir tek. Yüzü aydınlıkta neye
benziyordu bilmiyordu. Belki de kız o yüzden istemişti mumu.
Sahile yürüdü oğlan, hurda aracı gördü, kızı göremiyordu.
Yürüdükçe morali bozuldu, kız çekip gitmiş olmalıydı, az beklememişti onu.
Hurda aracın yanına yanaşınca, kızı aracın içinde sürücü koltuğunda gördü. Kendine hayali bir direksyon yapmış, araba kullanıyor gibi sesler çıkarıyordu.
“Gelebildim nihayet”
“Hoşgeldin atlasana, çok güzel bir yer biliyorum seni
oraya götüreyim.”
Oğlan tüm camı olmayan, koltuklarının sadece iskeleti
kalmış arabaya bindi. Poşeti konsola koydu, içinden Camel’ı alıp bir dal
çıkardı.
“Arabada içmemin bir mahsuru var mı?”
“Yok ama dışarıya üflersen sevinirim.”
“Pekala, nereye gidiyoruz?”
“Evrenin ve gecenin sonuna gidiyoruz. Orada içeceğiz
şarabımızı. Ne aldın üzüm?”
Oğlan bir anda panik oldu, kız özellikle ondan yabancı
üzüm olmamasını istemişti. Oğlan çoktan beri unutmuştu bunu. Poşete soktu elini
eğer yabancı üzüm çıkarsa, başından geçenleri anlatıp dikkat dağıtacaktı.
Üzerinde sadece SEVİ yazıyordu şişenin. Üzüme dair hiçbir şey yoktu.
“Sevi, duydun mu daha önce”
“Üzümü yazmıyor mu?”
“Hayır, sadece SEVI yazıyor şişede, başka hiçbir şey yok,
boşta kalmış harf bile yok”
“Kırmızı mı, beyaz mı peki?”
Oğlan şişeyi çevirip aydınlığa tutmaya çalıştı ama etraf
oldukça karanlıktı. Hatta yıldızlar bile şikayetçiydi karanlıktan. Şişenin
içine giriyordu karanlık.
“Hiçbir fikrim yok, ama mum aldım şimdi yakıp,
söyleyeceğim sana.”
“Vites topuzunun olması gereken şu boşluk var ya, oraya
koymalısın bence mumu.”
Oğlan mumu yaktı, vites olması gereken yerdeki boşluğa
yerleştirmeye çalıştı. Biraz çabaladı, olmayınca mum eriyen damlacıklarını
sabırla döktü. Üstüne mumu yerleştirip elini üzerinde tuttu bir süre. Hava
sıcaktı, ısınmaya ihtiyacı yoktu ama yine de bunu yaptı. Bu sırada aralıklarla
kız hayali direksiyonu çeviriyor. Olmayan aynalara göz atıyor ve dışarıyı
izliyordu.
“Hala gelmedik mi?”
“Geldiğimiz zaman haberin olacak, emin ol. Şarabı açsana,
ne üzümünü ne de rengini bilmediğim bu gizemli içkiyi merak ediyorum.”
“Ya, tirbişon yok bende, kalemin var mı, içine ittireyim”
Kız sesini çıkarmadan çantasına soktu elini, bir isviçre
ordu çakısı vardı. Tirbişon kısmını açıp oğlana verdi. Oğlan mantarı iki
denemede çıkarabildi şişeden, bir yudum aldı ve boğazından geçince bunun meyve
şarabı olduğunu anladı. Bir şey söylemedi yine de, kıza uzattı şarabı öyle. Kız
şaraptan bir yudum alınca bir anda yüzü değişti.
“Meyve şarabı bu, vişne, bayılırım. İçine en fazla alkol
alabilen meyve vişnedir biliyor musun?”
“Bilmiyordum.”
“Nereye gitmemiz gerektiğini biliyorum artık. Şirinceye
gitmeliyiz.”
“Neden Şirince?”
“Dünyanın sonu gelecekti hani geçen yıl. Şirinceye bir
şey olmayacak dediler. İnsanlar akın akın oraya gitti. Muhakkak bir işaret
olmalı bu.”
“Hadi gidelim o halde.”
“Yoldayız işte götürüyorum seni.”
“Hayır, gerçekten gidelim diyorum. Atlayalım otobüse veya
otostop çekelim gidelim işte. Madem orada olmak istiyorsun, oraya gidelim.”
Kız bir süre duraksadı. Oğlan sözlerinin arkasında
gibiydi, oysa kız şu ana kadar evcilik oynuyordu sadece. Yeni tanıştığı bir
oğlanla içki içmek biraz laflamak, konuşmak, kendisine ilgi gösterilmesi belki.
Mum ışığından faydalanarak oğlanın suratını inceledi. Tanımıyordu onu, yüzü
kimseye benzemeyen bir yabancıydı oğlan. Bir anda oğlanı tanımak istedi kız.
“Adın ne?”
“Sence ne?”
Kız bozulmuştu.
Oğlanın onu bozmasını beklemiyordu. Şaraptan bir yudum daha aldı ve
şişeyi oğlana uzattı.
“Söylemeyecek misin adını?”
“Tahmin etmeni istiyorum. Düşün sadece hisset, oyun olduğunu düşün.”
“Peki üç tane isim sayıyorum. Bunlardan biriyse söyle,
değilse keyfin bilir. Cem?”
“Cıks.”
“Barış”
“Maalesef”
“Sancar.”
Oğlan bir anda buz kesti. İsmini daha önce duyan bilen
olmamıştı. Kız bir şekilde biliyor olmalıydı, önceden biri seslenirken duymuş ya da sivil polis olmalıydı.
“Nasıl yaptın bunu, bir yerde falan mı gördün?”
“Ne yani adın Sancar mı?”
“Dalga geçme benimle, nereden biliyorsun adımı.”
“Bilmiyorum tahmin et dedin ve ettim. Ayrıca ben senin
isminin Sancar olduğuna inanmıyorum. Yalan söylüyorsun.”
“Neden yalan söyleyim, hem kim Sancar derki? Ahmet der,
Mehmet der, Ali der, Atakan bile der ama Sancar demez.”
“Benim aklıma geldi Sancar demek, kimliğini göster inanmıyorum sana.”
Gösterdi. Sancar kafasına dikti şarabı doyasıya bir yudum aldıktan
sonra kıza geri uzattı şişeyi. Bir sigara daha çıkarıp ivediklikle yaktı.
“Ben de denemek istiyorum.”
“Neyi?”
“Bana sadece bir hak ver, ilk seferinde tutturacağıma
inanıyorum, sen tutturduysan ben de tutturabilirim. Söylüyorum, hazır mısın?”
“Söyle bakalım.”
“Elif.”
Kızın bir anda gözleri doldu. Sancar’dan kaçırdı
gözlerini, elindeki şişeye baktı. Şişeyi elinde bir süre çevirdikten sonra
kumsala fırlattı. Hurda aracın içinden çıktı, çantasını koluna taktı ve
yürümeye başladı. Sancar araçtan çıkmıştı. Kızın peşinden gidiyordu, adımlarını
sıklaştırıp yaklamaya çalışıyordu. Kız denize doğru yürüdü. Çantasını ve
hırkasını kumsalın üzerine bıraktı ve denize doğru yürüdü.
“Elif neler oluyor?”
“Her kimsen siktir git, bana da sakın Elif deme.”
“Tamam sakin ol lütfen. Sadece salladım bunu, Elif’i
denedim.”
“Tamam, defol git hadi.”
Sancar geri bir iki adım atıp kıçının üzerine çöktü. Gece
aydınlandı bir anda. Yıldız kaymıştı, Sancar daha önce hiçbir yıldızın
kaydığını görmemişti. Etkilendi Sancar. “İsmi Elif Olmayan” suya ayaklarını
sokmuş öyle bekliyordu. Sancar’a olan kızgınlığı hafifliyor. Su onu
rahatlatıyordu. Özür dilerim, saçmalamış olabilirim dedi “İsmi Elif Olmayan”.
Hayatımda hiçbir Elif’i sevemedim.
Sancar oturduğu yerden doğruldu. Gülümseyerek kıza baktı.
“Çok iyi bir çorbacı biliyorum gidelim mi?” diye sordu
kıza neşeyle.
“Olur” dedi İsmi Elif Olmayan. “Adı ne bu çorbacının?”
“Köşeyi dönünce yolun sonundaki çorbacı”
Nedensizce kızın hoşuna gitmişti.
“Arabayı burada bırakalım mı?”
“Evet park yeri bulamayabiliriz çorbacının önünde”
Kız hayali bir kumanda ile kitledi hurda polis aracını ve
çorbacıya yürüdüler.
E.D
Comments
Post a Comment
Söyleyeceğin her şey alehine delil olarak kullanılabilir.