Kanepede oturmakta olan sakallı adamın, sakallı olmaktan başka
özellikleri de vardı. Şüphesiz. Ancak insan birini ilk gördüğünde maalesef önce
dış görünüşüne göre değerlendiriyor. Karakterine, kişiliğine, entelektüel ve
duygusal kapasitesine göre gözlemlemek istemiyor. Bakıyor sakal var, bakıyor
kel, bakıyor memeler filan...
Sakallı adam gözlerini kapadı. Göz kapaklarının arkasında okyanus vardı.
Yüzeyden birkaç metre aşağıda, yukarıdan gelen güneş ışıklarıyla yüzmeye
başladı. Buna ihtiyacı vardı. Yaklaşık bir haftadan evinden çıkmamış, hiçbir
işine başlamamış tembel tembel yatıp, cigara tüttürüyor, film izliyor ve kahve
içiyordu. Elbette o yüzecekti okyanusun uçsuz bucaksız sularının içinde.
Gözlerini açtı, bir nefes verdi, bir yudum aldı, yeniden kapadı. Suyun içinde
süzülmeye devam etti. Yanından Panama bandıralı bir şilep, bir süre sonra da
içinde Egeli balıkçıların rakı tokuşturdukları tekne geçi. Yüzdü. Biraz
derinlere doğru inmeye başladı. Kimi batıkları, paslanmış savaş uçaklarını,
fanusa hapsolmuş kayıp şehri gördü. Biraz daha derine indi, bir sandığa erişti.
Sandığın üzerinde yaldızlı harflerden MAHÇUBİYET (evet "Ç" ile) yazıyordu. Sandığa yanaştı,
yazıya uzun uzun baktı. “Ahmak mahcubiyet, riyakar tevazu gösterir, dedi. Sonra
kendini gerisin geri daha derinlere bıraktı. Işık gitgide yitmeye, sesler
ağırlaşmaya başladı. Gözlerini açtı, nefes verdi, yudum aldı, kapadı. Boğuk bir
ses gelmeye başladı. Tubadan çıkan sese benziyordu, sesin olduğu tarafa baktı,
hiçbir şey yoktu. Artık karanlıktı, sadece sesin basıncı vardı. Marşlardan
çıkmış bir tonda. Ses hafiften bir şarkıya dönüşüyordu. Hüzünlü bir melodisi
olan klasik müzik gibi. Tuba homurtulu şarkıyı dinlerken kendinden geçmeye
başladı. Sonra yine gözlerini açtı. Odasını gördü. Karşındaki yeşil boş koltuk,
tavandan sarkıtılmış tekli sarı ampul, arkadaki kitaplık. Fakat bir tuhaflık
vardı. Tubadan çıkan şarkı kesilmemişti. Ayağa kalkıp sesin yayıldığı yeri
aradı. Nereye giderse gitsin şiddeti artmıyor veya azalmıyordu. Hep sabit sanki
içine montelenmiş gibiydi. Merak etti. Bu sesi ondan başka duyabilen biri var
mı, diye. Çekmeceleri karıştırıp, kayıt cihazını çıkardı. Kaydetmeye başladı,
kayıt yapan ekrandaki barlar hareketlendi. Cihazı bilgisayarına bağladı. Kaydı
dinlemeye başladı. Tuba sesi duyuluyordu, okyanusun derinliklerinden gelen o
hüzünlü şarkı, bilgisayarın hoparlörlerinden yayınlıyordu. İrkildi. Olaylar
ciddiye binmeye başlamıştı. Gözlerini dinlendirirken daldığı hayal aleminden
farklıydı bu. Gerçek olmayan bir şeydi, rasyonel dünyanın kabul etmediği, alay
ettiği, eziklediği bir şeydi bu. İnsanın içinden tuba sesi çıkar mı? Çıkmamalı.
Dünya kamuoyu ve bilim dairesi müdürlüğü bunun mümkün olmadığını söylüyor. Yine
de bir şey dijitalleştirilebiliyorsa, gerçektir de. Wav formatında aldığı
kaydı, ses düzenleme programlarından birinde açtı, dosyayı zaman düzleminden
frekans düzlemine geçirdi. Spektrogram tablosuna bakıp anlamaya çalıştı. Mavi
soğuk, kırmızı ılık, sarı sıcak demek. Tablonun yukarlarında sarı tepecikler
gördü, sıra dağlar gibi dizilmiş. Parça parça ben buradayım dercesine.
Ne yazıyordu yanında, 52 Hertz. Tüm bunların bir anlamı olmalı.
Araştırmaya koyuldu, insanların 50 Hertz seviyesinde bir sesi kulak çınlaması
gibi duyduklarını okudu. Peki o neden böyle duymuyordu. İnsanların duyma
kabiliyetlerinin ve frekans aralıklarının da farklı olabildiğini peşi sıra
okudu. Rahatladı. Peki bu 52 Hertz’in anlamı neydi. 52 Hertz yazıp araştırmaya
devam etti. Karşısına pek sağlam referanslı gözüken bir belgesel çıktı. Okyanusun
derinliklerinde bir balinayı gösteriyordu. Bağırıyordu hayvan. Ekranı büyüttü
izlemeye koyuldu. Balina karanlık denizlerde yüzüyor ve aralıklarla sakallının
duyduğu sesin aynısını çıkarıyordu. Videoda ondan dünyanın en yalnız balinası,
diye bahsediyorlardı.
“Balinalar birbirleriyle bağırarak veya böğürerek iletişim kuran
canlılardır, tabii bu bağırma denen olay epey uzun mesafelere süpersonik
hızlarda için olduğu için iletişimleri hemen hemen cep telefonu konforundadır.”
“Ancak,” diyor videodaki kadın, “balinalar 15 – 20 Hertz arasında konuşlar
ve anlarlar, o ise 52 Hertz onlara şarkı söylediği için, kimse sesini
duymayacak ve dünyada tek başına olduğunu düşünecektir.” Kendini gerisin geri
koltuğa attı. Dünyanın en yalnız balinası onunla konuşmuştu. Fakat o cevap
veremiyordu. Duyabiliyordu ama konuşamıyordu. Sonra balina için üzülmeye
başladı. Yalnız olduğu için değil, isminin rakamlardan oluştuğuna üzüldü. 52
yerine başka bir adı olmalıydı. Balinalara koyulabilecek isimleri düşündü. Moby
Dick’ten başka aklına gelmedi. Bir Orka gelir gibi oldu ama o da çok smokinli
olduğundan liste dışında kaldı. Ayrıca videoda balinanın dişi olduğundan
bahsedilmişti. O halde Moby koyamazdı. Onu Tuğba diye çağırmaya karar verdi.
Dünyadaki tüm Tuğbaların bu duruma karşı çıkacağına göze alarak, bu kambur
balinaya artık yeni adıyla seslenmeye başladı. Elbette Tuğba onu duymuyordu.
Kuzey denizlerinde ya da okyanusun fevkalade ortasında bir yerlerde amaçsızca
geziniyordu. Dünyanın tüm denizlerini gezmişti ve kendi evreninde emin olduğu
tek şey ıslak ve soğuk yalnızlıktı.
Bir anda sesler kesildi. Bir elektrik kesintisi yaşarcasına, şalterler
atarcasına karanlık bir sessizlik sardı. Sesini çıkarmaya çalıştı, dudakları
oynuyor ama kulakları çalışmıyordu. Uçak yolculuklarından farkı yoktu, ağzını
açmalar, gereksiz yere esnemeler, hiçbir işe yaramıyordu.
Enerji belli bir süre biriktikten ve depolandıktan sonra ortaya çıkmaya
meyillidir. Nasıl ki, sivilceler, irinler hiçlikten gelip suratımızın ortasında
belirirler. Evrenin denklemini oluşturan her element de, gizli kapılar
arkasında birikir ve hiçten gelir suratımızın ortasına yerleşir. Kanepede
oturan sakallı adamın da suratında patlamaya hazır volkanik dağ bulunuyordu. Fakat
günümüz insanı, gerçeklerle yüzleşmektense bir buçuk porsiyon İskender yemeyi
tercih eder. Günümüz insanı belirgin bir hedefe sahip değildir. Hedef niyetine
yakında ne varsa ona uzanır ve ısırır. Tüm bu hedefsizlik nereye savrulacağını
bilememe, liderlerimizin, ileri gelenlerimizin suçudur. Çünkü delilik bireysel
olarak değil kitlesel olarak ortaya çıkar. Yani bir miktar insan bir araya
gelir ve delirmeye karar verir. Sonra onların delirmelerini temsil edecek
birini seçerler. Nasıl ki, cümlelerine az bilinen kelimeler serpiştirenler zeki
insanlar olarak addedilir, hiç bilinmeyen kelimeler kullananlara ise muhasebeci
deriz. Enerji yeterince biriktikten sonra yer değiştirmeye de bayılır.
Sakallının suratındaki irin de dayanamamış ve patlamıştı.
Sakallı ayağa kalkıp odanın etrafında üç tur attı. Beyni bebek gibi
boşaldı. Yeniden bilgisayarın başına geçti. Boş bir sayfa açtı ve yazmaya
başladı. Başlığa senaryo, hemen altına iç mekan/gündüz yazdı. Daha önce
başladığı ve ilk sayfasından öteye geçemediği senaryolarını aklına getirdi,
morali hırpalandı. “Adam kanepede oturuyordur,” yazdı. Sert hamlelerle sildi,
“Kambur balina okyanusta sakince yol almaktadır, kanepede oturan adam bu
görüntüyü televizyondan izler,” yazdı. Sağ işaret parmağı klavyenin üzerinde
dolaşmaktaydı. Hangi harfe basacağını bir türlü kestiremiyordu. Parmaklarını
kıtırdattı. Cümleyi bir daha okudu, bilgisayarın başından kalkıp, kendine kahve
yaptı. Kahveye cicibebe bandırdı. Yazamıyordu, üretemiyordu sanki daha önce
hiçbir zaman yazamamış ve üretememiş gibiydi. Kıçı kırık bir senaryo yazacaktı
oysa, içinde kadın ve erkek olan, ilişkilerinden ve farklarından bahseden hap
gibi bir senaryo oluşturacaktı. Bu kadar. Yapması gereken, formülleri ardı
ardına koymaktı. Adamla kadın çok mutludur, sonra mutsuz olurlar. Bir süre
mutsuzluktan çıkmak için türlü şeyler yaparlar. Sonra her şey yoluna girer ve
çok mutlu olurlar. Bu sırada bir şeyler öğrenmişlerdir, erkek daha az maç,
kadın daha az dizi izlemektedir. Sevişirler, çocuk falan yapmaya karar
verirler. Politik bir senaryo yazması zaten bundan çok daha zor ve anlamsızdı.
Yazsa kim çekecek, çekse nerede gösterilecek, gösterilse ne işe yarayacaktı?
Siyasete, siyaset üstü tavır sergilediğini düşünüyordu, oysa onu eğlendirmeyen
şeyler ilgisini çekmiyordu o kadar. Bunun büyütülecek bir tarafı yoktu.
Sakallı kanepeye uzandı. Yazmaya dair inancı kalmamıştı. İki gün önce
teslim edilmesi gereken işe başlayamamıştı bile. Oysa herkesin olmak istediği
yerdeydi, hayal gücünden başka patronu olmayan, esnek çalışma şartlarına ve ev
ofis bir işi vardı. Para falan kazandığı yoktu henüz, atıldığı işinin
tazminatını yiyordu. Yine de bir işi vardı. Beceremediği bir işi. Tuğba’yı
biraz daha düşündü. Neden onu bulmuştu? Kendine yakışıklı bir mavi balina
bulabilirdi. Kaptan Ahab’ın, Moby’i aramasındansa, Moby’nin Ahab’ı aramasının
ne anlamı vardı? Tarihte insanlar hep bir yol ayrımına gelmişlerdir, bir
taraftan sonsuz mutsuzluk ve çaresizlik, diğer tarafta da tamamen yok oluş. En
iyi tercihin, mutsuzluk ve çaresizlik olduğu noktalarda haksız yere kendimizi
suçlamış ve kötü kararlar aldığını düşünmüştür. Sakallının Tuğba’yı araması ve
asla bulamayacak olması, Tuğba’nın açık denizlerle dev bir aynayla karşılaşıp
kendiyle sevişmesiyle, aynı şeydi. Sonsuz mutsuzluk. Böyle bir şey var.
Bir süre sonra duvara asılı saatten mekanik bir kuş çıktı, ciyakladı ve
içeri girdi. Saat bir olmuştu. Gece bir.
Kapı çaldı. Sakallı irkildi. Bu saatte önden haber vermeden gelebilecek
samimiyete kimse yoktu hayatında. Ölü taklidi yaptı, bir süre sonra her kimse
gideceğini düşünerek. Kapı ikinci kez çaldı. Üçüncü, dördüncü, beşinci. Kapıdakinin
bırakmaya niyeti yoktu. Bu soğuk savaş, sakallının mağlubiyetiyle sonlandı.
-
Kim o?
-
Benim.
Açtı kapıyı. Kendi varoluşundan bu derecesine emin olan birine elbette
kapıyı açacaktı. İnce bıyıklı, uzun boylu bir beyefendi gördü karşında, elinde
kahverengi deri bir bavul.
-
İçeri girebilir miyim?
-
Üzgünüm, sizi tanımıyorum.
-
Bu kötü bir şey değil, üzülme.
Adam içeri girdi. Antrede ayakkabılarını çıkarıp, köşedeki terliğe
soktu ayaklarını ve salona yönlendi. Yeşil koltuğa yerleşti, bavulunu da hemen
yanı başına koydu. Sakallı karşısına geçti. Bıyıklıyı izledi, ütülü ceketi, gri
süveteri, süveterden çıkmış gömleğinin alışılmadık uzunlukta yakası. Giyim
kuşamının fevkalade düzgünlüğü yanında, büyük resimde başka bir tuhaflık
bekliyordu. Adam siyah beyaz bir filmden çıkmış gibiydi. Gri ve tonları
sarıyordu vücudunu.
-
Bir kahveni içerim, değerli
dostum.
-
Toz kahve var bir tek.
-
Olsun, misafir umduğunu deği...
Cümlesinin bitirmeden mutfağa geçti, kahveleri hazırladı. Gecenin
ortasında kendini eve buyur eden yabancının kim olabileceğini, zihninin ona
pislik oyunlar oynayıp oynamadığını anlamaya çalıştı. Büyük oyunlar oynanıyor,
uyanık olalım, dedi su ısıtıcıya. Elinde kahvelerle içeri geçti.
-
Zahmet oldu.
-
Estağfurullah.
Bıyıklı bavulunu masaya koydu. Hassas davranıp içinden bir vazo
çıkardı, vazonun içinde farklı markalarda sigara paketleri vardı. Rothmass marka
mavi bir paketten bir sigara çıkarıp yaktı.
-
Şimdi senin bazı soruların
olacaktır, diye düşünüyorum.
-
Evet, mesela sizin kim olduğunuzla
ve neden geldiğinizle başlayabiliriz.
-
İsmim Şinasi, otuz dört yılında
doğdum. Yara ve Tabiat isimli bir romanda esas adam olarak varlığıma başladım.
Sonra roman içinde eşcinsellik olduğu için yasaklandı. Zaten yazarı da pek
yetenekli bir adam sayılmazdı. İlk basımındaki tüm nüshaları yaktılar. Yazar,
Fransa’ya kaçtı. Bir süre sanatçılarla, edebiyatçılarla takıldıktan sonra
Fransızcası yeterince iyi olmadığı için aralarında tutunamadı. Uzaktan
Hemingway’ı gördü, el salladı. Sonra kebapçı açtı kendine.
-
Roman kahramanısınız yani?
-
Kahramanlığı bilmiyorum. Vazife
adamıyım.
-
Peki neden buradasınız?
-
İki saat önce vazife kağıdı ulaştı
elime, sana yardım etmem gerekiyormuş.
-
Kimden geldi?
-
Kahvenin tadı böyle paslı gibi.
-
Hazır kahve ya, suyu da musluktan
boşalttım.
Mekanik kuş yeniden yuvasından çıktı. Ciyakladı ve geri girdi. Ardından
Tuğba’nın sesi yükselmeye başladı. Bu sefer
başka bir şarkı söylüyordu. Daha güçlü, daha neşeli bir şarkı. Şinasi ayağa
kalktı. Kendini şarkıya bırakıp salınmaya başladı.
-
Yazman gereken bir oyun var
anladığım kadarıyla.
-
Senaryo aslına.
-
Pek hoş, konusu nedir?
-
Bir konusu yok. Aslında aklımda bir
fikir var, balinaya aşık olan bir adam hakkında olsun istiyorum.
-
Yazmışlardı sanki onu.
-
Her şeyi yazdılar, tüm kelimeleri
harcadı namussuzlar.
-
Başka bir fikrin var mı?
-
Var bir iki tane daha, mesela
birinde adamımız kel bir bekar, Tinder’a giriyor kadınlarla tanışmak için.
-
Tinder nedir?
-
Anlatması zor, insanların
fotoğraflarına bakıp beğenip beğenmediğini söylüyorsun. Çöpçatanlığın
günümüzdeki hali.
-
Sonra ne oluyor?
-
Baş örtülü bir hoş bir kadın
görüyor bizim adam. Onun istediği aslında böyle tek gecelik, herkesin kendini
iyi ve sonrasında yeterince yalnız hissettiği bir ilişki. Sonra hınzırlık olsun
diye bu baş örtülüyü beğeniyor. Kadın da adamı. Baş örtülü evine geliyor.
Bakıyor ki, kız inanılmaz entelektüel, şahane bir mizah anlayışı var, yumuşak,
kibar, sakin. Tüm güzel özellikler bu kadında toplanıyor. Adam ön yargılarından
yavaş yavaş kurtuluyor. Saçlarını asla göstermeyen bu kadına gitgide derinleşen
bir aşk duymaya başlıyor. Ancak yatmıyorlar ve asla sevişmiyorlar. Adam bundan
muzdarip değil. Hazzın gecikmesi onu şevke getiriyor. Birbirlerini iyice
tanıyorlar, kadının muhafazakar olmadığını öğreniyor yavaştan. Beraber şarap
içiyorlar, türlü sanatsal etkinliklerde boy gösteriyorlar. Adam bir süre sonra komplekse kapılmaya
başlıyor, kadının onu fiziksel olarak çekici bulmadığını düşünüyor. Spor
yapmaya başlıyor, yüz maskeleri satın alıyor, kendine şık kıyafetler ediniyor.
Sonra artık tüm problemin adamın kel olmasıyla alakalı olduğunu düşünüyor.
Neyse parası veriyor ve saç ektiriyor. Kadının karşısına çıkıyor. Kadın onu,
sağa yatırılmış, düzenli saçlarla görünce ağlamaya başlıyor. Onunla
yapamayacağını, ayrılmaları gerektiğini, sorunun onda değil, kendisinde
olduğunu filan söylüyor.
-
Sonra?
-
Sonrası biraz saçma.
-
Merakla bekliyorum.
-
Sonra adam, karanlık günlere doğru
yol alıyor, saçlarını uzattıkça uzatıyor, hayattan beklediği şeyler azalıyor ve
sıfıra yaklaşıyor her gün. Başka kadınlarla birlikte olmaya çalışıyor ama
hiçbiri ilgisini çekmiyor. Sadece başı örtülü kadınlar onu tahrik ediyor.
Tanışınca da, aşık olduğu kadının yumuşaklığına ve zekasına hiçbiri
yanaşamadığı için iyice umudunu yitiriyor. Sokaklarda avarece dolaşırken, aşık
olduğu kadını görüyor. Gizlice takip ediyor onu. Bir terapi merkezine girdiğini
görüyor. Ertesi gece, adam gizlice merkeze giriyor. Kayıtları karıştırıyor ve
kadının kaydına ulaşıyor. Dosyayı alıp evine dönüyor.
-
Ne yazıyor kayıtlarda?
-
Chaetofobi, yazıyor. Kadının kıl
ve saça fobisi varmış.
-
Adam ne yapıyor?
-
Adam, çiçekçiye gidiyor. Gösterişli
bir aranjman yaptırıyor, sonra kadının karşısına çıkıyor. Kadın, çiçeklerle
yüzünü kapatmış adamı görüyor. Sonra adam çiçekleri kadına veriyor, bu sırada
yüzünü görüyoruz adamın. Adam Emine Erdoğan gibi başını örtmüş, ona gülümsüyor.
Kadın, adama uzun uzun bakıyor ve o da gülümsüyor. Son.
-
Adam neden kafasını kazıtmıyor
yeniden?
-
O zaman istediğim gibi olmuyor
çünkü.
-
Anladım. Yine de bence olur, yaz
gitsin.
-
Gerçekten mi?
-
Mesela beni yazan adam, hikayenin
yarısından sonra yakışıklılığıma sinirlenip, eşcinsel yaptı beni. Sonra da
eşcinselliği kendime yediremediğimi düşünerek, intihar ettirdi.
-
Bir meseleye değinmek istemiş,
yazarın.
-
Savunma onu bana.
Mekanik kuş yeniden çıktı, ciyakladı. Gece üç.
Sakallı yazmaya koyuldu, Şinasi, televizyonun başına geçip, eski bir Türk
romanından uyarlanma bir dizi izlemeye başladı. Mekanik kuş birkaç defa daha
ciyakladı. Sabah olduğunda sakallı ekranın başında sızmıştı. Telefonunun
rahatsız edici melodisiyle uyandı. Arayan Tuğba’ydı. Sevgilisi olan Tuğba.
-
Dün seni defalarca aradım, niye
açmıyorsun telefonunu?
-
Duymadım. Gerçekten, duymadım.
-
Hiç aklına da gelmedim mi?
-
Geldin tabii ki sevdiğim kadın.
Geldin. Okyanusun derinliklerindeydin, o ince, narin bünyenden büyüleyici bir
şarkı söyledin bana.
Dosyayı kaydetti. Bir kere okudu imla
hatalarını düzeltti. Zaman geçmeden e-posta attı gereken yerlere. Odayı
inceledi. Şinasi gitmişti. Tüm bunlar zihninin oynadığı büyük oyunlardan
ibaretti demek ki, rahatladı. Mutfağa gidip çay demledi. Kanepeye gerisin geri
oturup, bir iş bitirmenin rahatlığı ile esnedi. Sonra gözüne sarı bir pusula
çarptı. Açıp okumaya başladı.
Çok
güzel uyumuyordun ama yine de uyandırmaya kıyamadım. Tüm gece düşündüm. Ben
niye eşcinselim, diye. Çok da sıkıntım yoktu aslına ama tutamıyorum. Öldürmem
lazım kendimi, böyle saçmalık olur mu, oluyor. Çağınızda insanlar nasıl intihar
ediyorlar? Ben ayağıma taş bağlayıp, kendimi sahilden bırakmayı düşünüyorum.
Nasıl olur acaba, neyse. Çıkınca düşünürüm bir yöntem.
Kısa
dostluğumuzdan, büyük keyif aldım. Sabah sigarasız kalma diye bir paket
bırakıyorum.
Şinasi.
Masada mavi paketiyle Rothmass duruyordu. Notu
katlayıp cebine attı. Çayını ve sigarasını alıp, yeşil koltuğuna yerleşti.
Hemen yanı başındaki kalın kitabı koydu önüne. Kaldığı yerden devam etti. Moby
Dick’i okuyordu.
Aralık 2015 / Feneryolu
Comments
Post a Comment
Söyleyeceğin her şey alehine delil olarak kullanılabilir.