Zavallılar ep.1

Gece iki buçukta telefonum çalınca otomatikman (böyle bir kelime olması ne acayip) birinin öldüğünü düşündüm. Bir süredir yatmadan telefonla arama mesafe koymaya karar vermiştim. Bir TED konuşmasında yatmadan son gördüğümüz şeyin o telefonun ekranı olmasının, gün içinde öğrendiklerimizi beynimizin işlemesine engel olduğunu, yatmadan en az yarım saat önce teknolojiyle ilişkiyi kesmenin önemli olduğunu söylemişti konuşmacı. Ben de bu diyeti yerine getirmek üzere telefonumu yatağın başına değil yaklaşık 2 metre mesafedeki şifoniyerin üzerine koymaya karar verdim. Yani telefona erişebilmek için yorganın altındaki mutluluğu bırakmam gerekiyordu. Muhakkak biri ölmüştü. Telefon çalmaya devam ediyordu. Yuvarlanıp yataktan düştüm. Bu iki metrelik mesafede kimlerin ölmesinin normal olacağını düşünüyordum. 80 yaşını geçen tüm akraba ve tanıdıkların ölümü kabul edilebilirdi. 60-80 arası ölümler tat kaçırırdı. 60 yaş altı ölümleri hiç konuşmamalıydık. Telefonu elime aldım. Bilmediğim, kayıtlı olmayan bir numara, tedirginlikle açtım. Boğuk bir erkek sesi. Adımı söylüyor. Kimsiniz, diyorum. Yine boğuk ve belirsiz bir şekilde adımı yineliyor. Evet bu benim adım, sen kimsiniz ulan? Açsana kapıyı diyor. Kapanıyor telefon. 

Terliklerimi buluyorum. Camdan aşağıya bakıyorum, tanıdık biri gibi, sırt çantası var, şu backpackercıların hacimli çantalarından. Uzun boylu, kır saçlı. Tanıyorum, üniversiteden miydi, ya da eski işten, bir ortak arkadaşımızın arkadaşı... Uyanmak üzereyim, bir uyanırsam beynimi eskisi gibi kullanabileceğim, tehlike olmadığını düşünüyorum bir şekilde, açacağım kapıyı...

Otomata basıyorum. Kapının eşiğinde baksırımla duruyorum. Bacaklarım -zavallılar- titriyor. Adım sesleri gitgide daha belirginleşiyor. Merdivenin başında görüyorum onu. Harun. Üniversitede kısa bir dönem ev arkadaşım olan, zamanında aynı kıza yürüdüğümüz için aramızın açıldığı ve sonra kız ikimize de yar olmayınca ayı gibi arkadaşlığımıza devam ettiğimiz adam. Yıllar, on yıllar oldu...

Harun, diyorum. Sen misin? Ne işin var burada? Evi nereden buldun, Sercan mı söyledi? Hoşgeldin, hayırdır abi, yıllar oldu di mi, Saadet napıyor, dur içeri girsene... Aralıyorum kapıyı.

Harun içeriye giriyor, hafif tedirgin, etrafa bakıyor. Biri var mı, diye soruyor. Yok, diyorum. Tek tabanca devam (lafa bak), tıkış tıkış sırt çantasını indiriyor omuzlarından. Bana bakıyor. Beni saklaman lazım. Bacaklarım, -zavallılar- kombi kapalı, ev soğuk. Harun'u saklamam lazım. Neden abi, ne oldu? Hayırdır, bir sıkıntı yok değil mi? Sarılıyor bana, kardeşimsin, insan dostunun değerini böyle zamanlarda daha iyi anlıyor, diyor. Eyvallah, diyorum. Sen de öyle kardeşimsin. -Kardeşim var oysa benim fersah fersah uzakta, hayatını sürdüren ve bana dertleriyle gelmeyen bir kardeşim var- Bir şey içer misin, viskim var. Yok, diyor yorgunmuş, otostopla gelmiş. Kaç yaşında adam oysa ne otostopu. Ne oldu oğlum anlatsana, diyorum. Esniyor ağzı bir karış, sabah konuşuruz, diyor. Tabii diyorum, kusura bakma, yorgunsun.

Kutsal üçlemeyi getiriyorum kanepenin üzerine bırakıyorum: Yorgan, çarşaf ve yastık. Tertemizler, lavanta kokulu deterjanım var. Bahar esintisi...

İyi geceler dileyip, yatağa geri dönüyorum. 

Elimde telefonum. Harun'u stalklıyorum. Linkedin, instagram, facebook ne bulursam. Hiçbir şey paylaşmamış aylardır, neden ki? Neden saklanıyor bu adam? Saçları neden dökülmemiş benimki gibi? Evlenmişti sanki, bir yerde müdür yardımcısı olmuştu sanki, İzmir'de yaşamaya karar vermişti sanki. Görüşmüyorduk ve denk gelirse görüşürdük sanki... Ne işi var burada? Ya kanun kaçağıysa - olmaz olmaz, olur olur - herkes kanun kaçağı olabilir. 

İçeriden horultular yükseliyor. 

--- ilk bölümün sonu.






Comments