52


Kanepede oturmakta olan sakallı adamın, sakallı olmaktan başka özellikleri de vardı. Şüphesiz. Ancak insan birini ilk gördüğünde maalesef önce dış görünüşüne göre değerlendiriyor. Karakterine, kişiliğine, entelektüel ve duygusal kapasitesine göre gözlemlemek istemiyor. Bakıyor sakal var, bakıyor kel, bakıyor memeler filan...

Sakallı adam gözlerini kapadı. Göz kapaklarının arkasında okyanus vardı. Yüzeyden birkaç metre aşağıda, yukarıdan gelen güneş ışıklarıyla yüzmeye başladı. Buna ihtiyacı vardı. Yaklaşık bir haftadan evinden çıkmamış, hiçbir işine başlamamış tembel tembel yatıp, cigara tüttürüyor, film izliyor ve kahve içiyordu. Elbette o yüzecekti okyanusun uçsuz bucaksız sularının içinde. Gözlerini açtı, bir nefes verdi, bir yudum aldı, yeniden kapadı. Suyun içinde süzülmeye devam etti. Yanından Panama bandıralı bir şilep, bir süre sonra da içinde Egeli balıkçıların rakı tokuşturdukları tekne geçi. Yüzdü. Biraz derinlere doğru inmeye başladı. Kimi batıkları, paslanmış savaş uçaklarını, fanusa hapsolmuş kayıp şehri gördü. Biraz daha derine indi, bir sandığa erişti. Sandığın üzerinde yaldızlı harflerden MAHÇUBİYET (evet "Ç" ile)  yazıyordu. Sandığa yanaştı, yazıya uzun uzun baktı. “Ahmak mahcubiyet, riyakar tevazu gösterir, dedi. Sonra kendini gerisin geri daha derinlere bıraktı. Işık gitgide yitmeye, sesler ağırlaşmaya başladı. Gözlerini açtı, nefes verdi, yudum aldı, kapadı. Boğuk bir ses gelmeye başladı. Tubadan çıkan sese benziyordu, sesin olduğu tarafa baktı, hiçbir şey yoktu. Artık karanlıktı, sadece sesin basıncı vardı. Marşlardan çıkmış bir tonda. Ses hafiften bir şarkıya dönüşüyordu. Hüzünlü bir melodisi olan klasik müzik gibi. Tuba homurtulu şarkıyı dinlerken kendinden geçmeye başladı. Sonra yine gözlerini açtı. Odasını gördü. Karşındaki yeşil boş koltuk, tavandan sarkıtılmış tekli sarı ampul, arkadaki kitaplık. Fakat bir tuhaflık vardı. Tubadan çıkan şarkı kesilmemişti. Ayağa kalkıp sesin yayıldığı yeri aradı. Nereye giderse gitsin şiddeti artmıyor veya azalmıyordu. Hep sabit sanki içine montelenmiş gibiydi. Merak etti. Bu sesi ondan başka duyabilen biri var mı, diye. Çekmeceleri karıştırıp, kayıt cihazını çıkardı. Kaydetmeye başladı, kayıt yapan ekrandaki barlar hareketlendi. Cihazı bilgisayarına bağladı. Kaydı dinlemeye başladı. Tuba sesi duyuluyordu, okyanusun derinliklerinden gelen o hüzünlü şarkı, bilgisayarın hoparlörlerinden yayınlıyordu. İrkildi. Olaylar ciddiye binmeye başlamıştı. Gözlerini dinlendirirken daldığı hayal aleminden farklıydı bu. Gerçek olmayan bir şeydi, rasyonel dünyanın kabul etmediği, alay ettiği, eziklediği bir şeydi bu. İnsanın içinden tuba sesi çıkar mı? Çıkmamalı. Dünya kamuoyu ve bilim dairesi müdürlüğü bunun mümkün olmadığını söylüyor. Yine de bir şey dijitalleştirilebiliyorsa, gerçektir de. Wav formatında aldığı kaydı, ses düzenleme programlarından birinde açtı, dosyayı zaman düzleminden frekans düzlemine geçirdi. Spektrogram tablosuna bakıp anlamaya çalıştı. Mavi soğuk, kırmızı ılık, sarı sıcak demek. Tablonun yukarlarında sarı tepecikler gördü, sıra dağlar gibi dizilmiş. Parça parça ben buradayım dercesine. 



Ne yazıyordu yanında, 52 Hertz. Tüm bunların bir anlamı olmalı. Araştırmaya koyuldu, insanların 50 Hertz seviyesinde bir sesi kulak çınlaması gibi duyduklarını okudu. Peki o neden böyle duymuyordu. İnsanların duyma kabiliyetlerinin ve frekans aralıklarının da farklı olabildiğini peşi sıra okudu. Rahatladı. Peki bu 52 Hertz’in anlamı neydi. 52 Hertz yazıp araştırmaya devam etti. Karşısına pek sağlam referanslı gözüken bir belgesel çıktı. Okyanusun derinliklerinde bir balinayı gösteriyordu. Bağırıyordu hayvan. Ekranı büyüttü izlemeye koyuldu. Balina karanlık denizlerde yüzüyor ve aralıklarla sakallının duyduğu sesin aynısını çıkarıyordu. Videoda ondan dünyanın en yalnız balinası, diye bahsediyorlardı.
“Balinalar birbirleriyle bağırarak veya böğürerek iletişim kuran canlılardır, tabii bu bağırma denen olay epey uzun mesafelere süpersonik hızlarda için olduğu için iletişimleri hemen hemen cep telefonu konforundadır.”
“Ancak,” diyor videodaki kadın, “balinalar 15 – 20 Hertz arasında konuşlar ve anlarlar, o ise 52 Hertz onlara şarkı söylediği için, kimse sesini duymayacak ve dünyada tek başına olduğunu düşünecektir.” Kendini gerisin geri koltuğa attı. Dünyanın en yalnız balinası onunla konuşmuştu. Fakat o cevap veremiyordu. Duyabiliyordu ama konuşamıyordu. Sonra balina için üzülmeye başladı. Yalnız olduğu için değil, isminin rakamlardan oluştuğuna üzüldü. 52 yerine başka bir adı olmalıydı. Balinalara koyulabilecek isimleri düşündü. Moby Dick’ten başka aklına gelmedi. Bir Orka gelir gibi oldu ama o da çok smokinli olduğundan liste dışında kaldı. Ayrıca videoda balinanın dişi olduğundan bahsedilmişti. O halde Moby koyamazdı. Onu Tuğba diye çağırmaya karar verdi. Dünyadaki tüm Tuğbaların bu duruma karşı çıkacağına göze alarak, bu kambur balinaya artık yeni adıyla seslenmeye başladı. Elbette Tuğba onu duymuyordu. Kuzey denizlerinde ya da okyanusun fevkalade ortasında bir yerlerde amaçsızca geziniyordu. Dünyanın tüm denizlerini gezmişti ve kendi evreninde emin olduğu tek şey ıslak ve soğuk yalnızlıktı.

Bir anda sesler kesildi. Bir elektrik kesintisi yaşarcasına, şalterler atarcasına karanlık bir sessizlik sardı. Sesini çıkarmaya çalıştı, dudakları oynuyor ama kulakları çalışmıyordu. Uçak yolculuklarından farkı yoktu, ağzını açmalar, gereksiz yere esnemeler, hiçbir işe yaramıyordu.

Enerji belli bir süre biriktikten ve depolandıktan sonra ortaya çıkmaya meyillidir. Nasıl ki, sivilceler, irinler hiçlikten gelip suratımızın ortasında belirirler. Evrenin denklemini oluşturan her element de, gizli kapılar arkasında birikir ve hiçten gelir suratımızın ortasına yerleşir. Kanepede oturan sakallı adamın da suratında patlamaya hazır volkanik dağ bulunuyordu. Fakat günümüz insanı, gerçeklerle yüzleşmektense bir buçuk porsiyon İskender yemeyi tercih eder. Günümüz insanı belirgin bir hedefe sahip değildir. Hedef niyetine yakında ne varsa ona uzanır ve ısırır. Tüm bu hedefsizlik nereye savrulacağını bilememe, liderlerimizin, ileri gelenlerimizin suçudur. Çünkü delilik bireysel olarak değil kitlesel olarak ortaya çıkar. Yani bir miktar insan bir araya gelir ve delirmeye karar verir. Sonra onların delirmelerini temsil edecek birini seçerler. Nasıl ki, cümlelerine az bilinen kelimeler serpiştirenler zeki insanlar olarak addedilir, hiç bilinmeyen kelimeler kullananlara ise muhasebeci deriz. Enerji yeterince biriktikten sonra yer değiştirmeye de bayılır. Sakallının suratındaki irin de dayanamamış ve patlamıştı.

Sakallı ayağa kalkıp odanın etrafında üç tur attı. Beyni bebek gibi boşaldı. Yeniden bilgisayarın başına geçti. Boş bir sayfa açtı ve yazmaya başladı. Başlığa senaryo, hemen altına iç mekan/gündüz yazdı. Daha önce başladığı ve ilk sayfasından öteye geçemediği senaryolarını aklına getirdi, morali hırpalandı. “Adam kanepede oturuyordur,” yazdı. Sert hamlelerle sildi, “Kambur balina okyanusta sakince yol almaktadır, kanepede oturan adam bu görüntüyü televizyondan izler,” yazdı. Sağ işaret parmağı klavyenin üzerinde dolaşmaktaydı. Hangi harfe basacağını bir türlü kestiremiyordu. Parmaklarını kıtırdattı. Cümleyi bir daha okudu, bilgisayarın başından kalkıp, kendine kahve yaptı. Kahveye cicibebe bandırdı. Yazamıyordu, üretemiyordu sanki daha önce hiçbir zaman yazamamış ve üretememiş gibiydi. Kıçı kırık bir senaryo yazacaktı oysa, içinde kadın ve erkek olan, ilişkilerinden ve farklarından bahseden hap gibi bir senaryo oluşturacaktı. Bu kadar. Yapması gereken, formülleri ardı ardına koymaktı. Adamla kadın çok mutludur, sonra mutsuz olurlar. Bir süre mutsuzluktan çıkmak için türlü şeyler yaparlar. Sonra her şey yoluna girer ve çok mutlu olurlar. Bu sırada bir şeyler öğrenmişlerdir, erkek daha az maç, kadın daha az dizi izlemektedir. Sevişirler, çocuk falan yapmaya karar verirler. Politik bir senaryo yazması zaten bundan çok daha zor ve anlamsızdı. Yazsa kim çekecek, çekse nerede gösterilecek, gösterilse ne işe yarayacaktı? Siyasete, siyaset üstü tavır sergilediğini düşünüyordu, oysa onu eğlendirmeyen şeyler ilgisini çekmiyordu o kadar. Bunun büyütülecek bir tarafı yoktu.

Sakallı kanepeye uzandı. Yazmaya dair inancı kalmamıştı. İki gün önce teslim edilmesi gereken işe başlayamamıştı bile. Oysa herkesin olmak istediği yerdeydi, hayal gücünden başka patronu olmayan, esnek çalışma şartlarına ve ev ofis bir işi vardı. Para falan kazandığı yoktu henüz, atıldığı işinin tazminatını yiyordu. Yine de bir işi vardı. Beceremediği bir işi. Tuğba’yı biraz daha düşündü. Neden onu bulmuştu? Kendine yakışıklı bir mavi balina bulabilirdi. Kaptan Ahab’ın, Moby’i aramasındansa, Moby’nin Ahab’ı aramasının ne anlamı vardı? Tarihte insanlar hep bir yol ayrımına gelmişlerdir, bir taraftan sonsuz mutsuzluk ve çaresizlik, diğer tarafta da tamamen yok oluş. En iyi tercihin, mutsuzluk ve çaresizlik olduğu noktalarda haksız yere kendimizi suçlamış ve kötü kararlar aldığını düşünmüştür. Sakallının Tuğba’yı araması ve asla bulamayacak olması, Tuğba’nın açık denizlerle dev bir aynayla karşılaşıp kendiyle sevişmesiyle, aynı şeydi. Sonsuz mutsuzluk. Böyle bir şey var.

Bir süre sonra duvara asılı saatten mekanik bir kuş çıktı, ciyakladı ve içeri girdi. Saat bir olmuştu. Gece bir.

Kapı çaldı. Sakallı irkildi. Bu saatte önden haber vermeden gelebilecek samimiyete kimse yoktu hayatında. Ölü taklidi yaptı, bir süre sonra her kimse gideceğini düşünerek. Kapı ikinci kez çaldı. Üçüncü, dördüncü, beşinci. Kapıdakinin bırakmaya niyeti yoktu. Bu soğuk savaş, sakallının mağlubiyetiyle sonlandı.

-       Kim o?
-       Benim.

Açtı kapıyı. Kendi varoluşundan bu derecesine emin olan birine elbette kapıyı açacaktı. İnce bıyıklı, uzun boylu bir beyefendi gördü karşında, elinde kahverengi deri bir bavul.

-       İçeri girebilir miyim?
-       Üzgünüm, sizi tanımıyorum.
-       Bu kötü bir şey değil, üzülme.

Adam içeri girdi. Antrede ayakkabılarını çıkarıp, köşedeki terliğe soktu ayaklarını ve salona yönlendi. Yeşil koltuğa yerleşti, bavulunu da hemen yanı başına koydu. Sakallı karşısına geçti. Bıyıklıyı izledi, ütülü ceketi, gri süveteri, süveterden çıkmış gömleğinin alışılmadık uzunlukta yakası. Giyim kuşamının fevkalade düzgünlüğü yanında, büyük resimde başka bir tuhaflık bekliyordu. Adam siyah beyaz bir filmden çıkmış gibiydi. Gri ve tonları sarıyordu vücudunu.

-       Bir kahveni içerim, değerli dostum.
-       Toz kahve var bir tek.
-       Olsun, misafir umduğunu deği...

Cümlesinin bitirmeden mutfağa geçti, kahveleri hazırladı. Gecenin ortasında kendini eve buyur eden yabancının kim olabileceğini, zihninin ona pislik oyunlar oynayıp oynamadığını anlamaya çalıştı. Büyük oyunlar oynanıyor, uyanık olalım, dedi su ısıtıcıya. Elinde kahvelerle içeri geçti.

-       Zahmet oldu.
-       Estağfurullah.

Bıyıklı bavulunu masaya koydu. Hassas davranıp içinden bir vazo çıkardı, vazonun içinde farklı markalarda sigara paketleri vardı. Rothmass marka mavi bir paketten bir sigara çıkarıp yaktı.

-       Şimdi senin bazı soruların olacaktır, diye düşünüyorum.
-       Evet, mesela sizin kim olduğunuzla ve neden geldiğinizle başlayabiliriz.
-       İsmim Şinasi, otuz dört yılında doğdum. Yara ve Tabiat isimli bir romanda esas adam olarak varlığıma başladım. Sonra roman içinde eşcinsellik olduğu için yasaklandı. Zaten yazarı da pek yetenekli bir adam sayılmazdı. İlk basımındaki tüm nüshaları yaktılar. Yazar, Fransa’ya kaçtı. Bir süre sanatçılarla, edebiyatçılarla takıldıktan sonra Fransızcası yeterince iyi olmadığı için aralarında tutunamadı. Uzaktan Hemingway’ı gördü, el salladı. Sonra kebapçı açtı kendine.
-       Roman kahramanısınız yani?
-       Kahramanlığı bilmiyorum. Vazife adamıyım.
-       Peki neden buradasınız?
-       İki saat önce vazife kağıdı ulaştı elime, sana yardım etmem gerekiyormuş.
-       Kimden geldi?
-       Kahvenin tadı böyle paslı gibi.
-       Hazır kahve ya, suyu da musluktan boşalttım.

Mekanik kuş yeniden yuvasından çıktı. Ciyakladı ve geri girdi. Ardından  Tuğba’nın sesi yükselmeye başladı. Bu sefer başka bir şarkı söylüyordu. Daha güçlü, daha neşeli bir şarkı. Şinasi ayağa kalktı. Kendini şarkıya bırakıp salınmaya başladı.

-       Yazman gereken bir oyun var anladığım kadarıyla.
-       Senaryo aslına.
-       Pek hoş, konusu nedir?
-       Bir konusu yok. Aslında aklımda bir fikir var, balinaya aşık olan bir adam hakkında olsun istiyorum.
-       Yazmışlardı sanki onu.
-       Her şeyi yazdılar, tüm kelimeleri harcadı namussuzlar.
-       Başka bir fikrin var mı?
-       Var bir iki tane daha, mesela birinde adamımız kel bir bekar, Tinder’a giriyor kadınlarla tanışmak için.
-       Tinder nedir?
-       Anlatması zor, insanların fotoğraflarına bakıp beğenip beğenmediğini söylüyorsun. Çöpçatanlığın günümüzdeki hali.
-       Sonra ne oluyor?
-       Baş örtülü bir hoş bir kadın görüyor bizim adam. Onun istediği aslında böyle tek gecelik, herkesin kendini iyi ve sonrasında yeterince yalnız hissettiği bir ilişki. Sonra hınzırlık olsun diye bu baş örtülüyü beğeniyor. Kadın da adamı. Baş örtülü evine geliyor. Bakıyor ki, kız inanılmaz entelektüel, şahane bir mizah anlayışı var, yumuşak, kibar, sakin. Tüm güzel özellikler bu kadında toplanıyor. Adam ön yargılarından yavaş yavaş kurtuluyor. Saçlarını asla göstermeyen bu kadına gitgide derinleşen bir aşk duymaya başlıyor. Ancak yatmıyorlar ve asla sevişmiyorlar. Adam bundan muzdarip değil. Hazzın gecikmesi onu şevke getiriyor. Birbirlerini iyice tanıyorlar, kadının muhafazakar olmadığını öğreniyor yavaştan. Beraber şarap içiyorlar, türlü sanatsal etkinliklerde boy gösteriyorlar.  Adam bir süre sonra komplekse kapılmaya başlıyor, kadının onu fiziksel olarak çekici bulmadığını düşünüyor. Spor yapmaya başlıyor, yüz maskeleri satın alıyor, kendine şık kıyafetler ediniyor. Sonra artık tüm problemin adamın kel olmasıyla alakalı olduğunu düşünüyor. Neyse parası veriyor ve saç ektiriyor. Kadının karşısına çıkıyor. Kadın onu, sağa yatırılmış, düzenli saçlarla görünce ağlamaya başlıyor. Onunla yapamayacağını, ayrılmaları gerektiğini, sorunun onda değil, kendisinde olduğunu filan söylüyor.
-       Sonra?
-       Sonrası biraz saçma.
-       Merakla bekliyorum.
-       Sonra adam, karanlık günlere doğru yol alıyor, saçlarını uzattıkça uzatıyor, hayattan beklediği şeyler azalıyor ve sıfıra yaklaşıyor her gün. Başka kadınlarla birlikte olmaya çalışıyor ama hiçbiri ilgisini çekmiyor. Sadece başı örtülü kadınlar onu tahrik ediyor. Tanışınca da, aşık olduğu kadının yumuşaklığına ve zekasına hiçbiri yanaşamadığı için iyice umudunu yitiriyor. Sokaklarda avarece dolaşırken, aşık olduğu kadını görüyor. Gizlice takip ediyor onu. Bir terapi merkezine girdiğini görüyor. Ertesi gece, adam gizlice merkeze giriyor. Kayıtları karıştırıyor ve kadının kaydına ulaşıyor. Dosyayı alıp evine dönüyor.
-       Ne yazıyor kayıtlarda?
-       Chaetofobi, yazıyor. Kadının kıl ve saça fobisi varmış.
-       Adam ne yapıyor?
-       Adam, çiçekçiye gidiyor. Gösterişli bir aranjman yaptırıyor, sonra kadının karşısına çıkıyor. Kadın, çiçeklerle yüzünü kapatmış adamı görüyor. Sonra adam çiçekleri kadına veriyor, bu sırada yüzünü görüyoruz adamın. Adam Emine Erdoğan gibi başını örtmüş, ona gülümsüyor. Kadın, adama uzun uzun bakıyor ve o da gülümsüyor. Son.
-       Adam neden kafasını kazıtmıyor yeniden?
-       O zaman istediğim gibi olmuyor çünkü.
-       Anladım. Yine de bence olur, yaz gitsin.
-       Gerçekten mi?
-       Mesela beni yazan adam, hikayenin yarısından sonra yakışıklılığıma sinirlenip, eşcinsel yaptı beni. Sonra da eşcinselliği kendime yediremediğimi düşünerek, intihar ettirdi.
-       Bir meseleye değinmek istemiş, yazarın.
-       Savunma onu bana.

Mekanik kuş yeniden çıktı, ciyakladı. Gece üç. Sakallı yazmaya koyuldu, Şinasi, televizyonun başına geçip, eski bir Türk romanından uyarlanma bir dizi izlemeye başladı. Mekanik kuş birkaç defa daha ciyakladı. Sabah olduğunda sakallı ekranın başında sızmıştı. Telefonunun rahatsız edici melodisiyle uyandı. Arayan Tuğba’ydı. Sevgilisi olan Tuğba.

-       Dün seni defalarca aradım, niye açmıyorsun telefonunu?
-       Duymadım. Gerçekten, duymadım.
-       Hiç aklına da gelmedim mi?
-       Geldin tabii ki sevdiğim kadın. Geldin. Okyanusun derinliklerindeydin, o ince, narin bünyenden büyüleyici bir şarkı söyledin bana.

Dosyayı kaydetti. Bir kere okudu imla hatalarını düzeltti. Zaman geçmeden e-posta attı gereken yerlere. Odayı inceledi. Şinasi gitmişti. Tüm bunlar zihninin oynadığı büyük oyunlardan ibaretti demek ki, rahatladı. Mutfağa gidip çay demledi. Kanepeye gerisin geri oturup, bir iş bitirmenin rahatlığı ile esnedi. Sonra gözüne sarı bir pusula çarptı. Açıp okumaya başladı.

Çok güzel uyumuyordun ama yine de uyandırmaya kıyamadım. Tüm gece düşündüm. Ben niye eşcinselim, diye. Çok da sıkıntım yoktu aslına ama tutamıyorum. Öldürmem lazım kendimi, böyle saçmalık olur mu, oluyor. Çağınızda insanlar nasıl intihar ediyorlar? Ben ayağıma taş bağlayıp, kendimi sahilden bırakmayı düşünüyorum. Nasıl olur acaba, neyse. Çıkınca düşünürüm bir yöntem.

Kısa dostluğumuzdan, büyük keyif aldım. Sabah sigarasız kalma diye bir paket bırakıyorum.
Şinasi.

Masada mavi paketiyle Rothmass duruyordu. Notu katlayıp cebine attı. Çayını ve sigarasını alıp, yeşil koltuğuna yerleşti. Hemen yanı başındaki kalın kitabı koydu önüne. Kaldığı yerden devam etti. Moby Dick’i okuyordu.



Aralık 2015 / Feneryolu

Comments